Nedim Hazar, Metin Türköz, Alessandro Palmitessa - Volksbühne am Rudolfplatz, Köln, 2019. Foto: Hakan Güzey
Adlı Kitaptan
Yayımlayan: Ruhrland Müzesi Essen, DOMIT (*) - 1998
(*) DOMIT, DOMID’in önceli bir kuruluştur:
Das Dokumentationszentrum und Museum über die Migration in Deutschland e.V.
Durumlardan pek şikayetçiydi Metin abim. Televizyona çekim yapmak için kendisini ziyarete gelmiştik geçtiğimiz Ocak ayında: Almanya’ nın ilk Türk ozanı Metin Türköz şimdilerde acaba ne yapıyor, diye.
Köln’ün güzel semtlerinden birinde, nehir kıyısına yakın bir eve yerleşmişler Türközler; emekliliğe hazırlanıyorlar. Kızları büyümüş, sosyolog olmuş, Köln’deki Türk göçmenlerin kültürel yaşamında etkin, inci hanım her zamanki gibi esprili, Metin abim ondan beter: «Eskiden türkülerimizle milletin ruhuna sesleniyorduk, baktık olmuyor, bari midelerine seslenelim dedik.»
1962 yılında Ford fabrikasına işçi olarak gelen, 60’lı- 70’li yıllarda 13 kaset, 72 adet 45’lik plak doldurarak Almanya’daki Türk işçilerin «sesi» sıfatını kazanan Türköz, daha sonra gözlerden kayboluyor, manavlığa, imbisçiliğe soyunuyor. 90’lı yıllardan itibaren bir Türk süpermarketinde kendi deyimiyle «diplomalı» kasap olarak çalışıyor. Tüfek çıktı, mertlik bozuldu diyenlerin kulakları çınlasın, «Videolar çıktı, daha sonra çanak antenler, bizim aşıklığımız tarihe karıştı. Aşıklık bir kenara, insan artık nereye bakacağını şaşırıyor,» diye yakınıyordu Metin Türköz ve günümüzün belki de en önemli gerçeğini, globalleşmeyi dile getiriyordu… ama Türk usulü globalleşmeyi.
Almanya’daki Türklerin yeni teknolojilerle vardıkları yer, yine anavatan oluyor, Avrupa’nın kendisi değil. Bugün Türk göçmenlerin gerek müzikal-kültürel, gerekse sosyal yaşamlarının boyutu, çanakların çapı ve çekim gücüne denk düşer demekle fazla abartmadığımıza inanıyorum. Kültürel ihtiyaçlar Türkiye’den karşılanmaktadır.
Oysa göç olgusunu yaşayan diğer ülkelerde durum farklı. Komşu Fransa’da Cezayirli pop şarkıcı Haled listebaşıydı birkaç ay önce. Altını çizerim: Fransa pop listelerinin başı. Daha önce Afrikalı Salif Keita bu başarıyı göstermişti, ondan önce More Kante. Fransız yapımcılar ülkelerindeki Arap ve Afrikalı tüketici potansiyelin yıllardır farkında. Göçmenlerin müziğe ihtiyacım Paris’in Barbés gibi semtlerinde toplanmış korsan kasetçilere bırakmıyorlar. Hatta «beyaz»ların, yerlilerin müzik zevklerinde değişmeler saptıyor ve stratejilerini yeniliyorlar. Bugün Paris’te üretilen Arap müziği, nicel olarak kesinlikle Unkapanı piyasasının boyutlarını aşıyor. İngiltere’de de durum buna benzer. Thatcher döneminde yeşeren, dallanıp budaklanan «Bangra-Beat», çoktandır «nayır»ı, «nolamaz»ı bol Hint filmlerinin yan ürünü olmaktan çıkmış. «Asian Dub Foundation» ve «Fun-Da-Mental» gibi protest rap ve hip-hop yapan Hintli ve PakistanlI gençlerin oluşturduğu grupların independent listelerdeki başarılarından sonra bugün Londra’nın en yeni, en «süper» pop yıldızının adı Tjinder Singh’dir.
Ya Almanya? Burada yetişen gençler, Türkiye’ de basbayağı başarılı oluyorlar: Tarkan Frankfurt’ta yaşamış. Rafet El Roman has be has Darmstadt’lı. Ama Almanya yine aynı Almanya, yine aynı «acı vatan».
35 küsür yıllık varlığımız, müzik alanında, bazı istisnaların dışında, kendisini hissettirmemiş, hissettirmiyor. Almanya’da göçmen Türklerin ürettiği müzik genel piyasaya ulaşmıyor. Hatta bu ülkede varlığını paralel sürdüren ikinci bir «piyasa»dan söz etmek gerekir. «Milli gururumuz» Cartel, Türkiye’ de satış rekorlan kırmış kumasına ama, Almanya’da topu topu 20 bin CD satmış.
Alman yapımcı Türk eksportçusundaki CD fiyatıyla rekabet edemeyeceğinden dem vuruyor. Nitekim Sezen Aksu’yu Köln’de Saturn’da 30 marka, Weidengasse’ de 12-15 marka satın alabiliyoruz. Alman radyocu ise Türk müziğinin Alman kulağına hoş gelmediğinden, araba sürücüsünün, aykırı tınılardan dolayı dikkatinin dağılabileceğinden yakınıyor. O yakına dursun, bizce salt müzik alanında değil, diğer kültürel alanlarda da karşılıklı etkileşim eksikliğinin nedenlerini Türklerin, ama özellikle de Almanların göç olgusunu hazmediş sürecinde aramak gerek. Almanlar sömürgeci bir geçmişe sahip değiller. Farklı kültürlerle ilişkilerde pek başarılı bir geçmişe sahip değiller desek, yanlış demiş olmayız.
Alman burnu için sarımsak neydiyse, kulağı için saz da o oydu ilk başlarda: «yabancı» sözcüğünün bile tanımlamada yetersiz kaldığı bir olgu. Bugün bildiklerimizle, kültür şokunun, tabanlarındaki Anadolu tozunu daha henüz silmemiş olan gelenleri değil de, yerlileri çok daha derinden sardığını söyleyebiliriz.
Daha yeni yeni etkilerini göstermeye başlayan ekonomik mucize sonucu, «ta» İtalya’ya sahillerine kadar uzanma «cesareti»ni gösteren Almanlar, «Caprifischer»i (Kapri Balıkçıları . 60’lı yıllarda çıkan hafif müzik parçası) bile benimsemişlerdi. Ne var ki şu, işçi yurtlarının açık pencerelerinden özellikle haftasonları yankılanıp, kendi yatak odalarına kadar gelen «garip» sesler o günün hoşgörü sınırlarının dışında kalıyordu. Keza yapılan iş anlaşmalarında gelen insanların kültürel ihtiyaçlarından söz edilmiyordu. Yani anlaşma dışı bir olguydu «Hayım Faslı»; işçilerin beraberlerinde getirdikleri türküleri akşamlan söylemeleri. Misafir Türk işçilerinin sıla hasreti giderme özgürlüğü Almanya’da en geç saat 22.00’de sona eriyordu.
«İlk başlarda hiçbir şey yoktu insanlarımızın sarılacağı,» diyor Kayserili Metin Türköz Almanya’daki aşıklık hikayesini anlatırken, «ne radyo, ne teyp, ne kaset. Herkes müziğe hasretti. Ben de biraz bağlama çalmasını bilirdim, işte böylece, tatlı-acı bütün anılarımız sazın tellerine, sazın tellerinden dilimize döküldü… Benim asıl aşıklığım Almanya’daki ilk Cumhuriyet bayramı kutlamalarında başladı. Yeni cemiyet kurulmuştu, zamanın konsolosu hepimizi kutlamaya çağırmıştı. Ben salona sazım elimde girerken biri: ‘Bak işte, aşığımız da geldi,’ diye bağırmasın mı?» Metin Türköz’ün aşıklığı işte böyle başlamış. Hatta ilk defa, sözü geçen toplantıda söylemiş meşhur Almanya destanını:
Sirkeci’den elime bir kontrat verdiler
Çalışacağın yer Almanya dediler
Bir paket bir bilet haydi yollan dediler
Haşlamalık domuzu Münih’te yedirdiler
Alamanya Alamanya
Türk gibi işçi bulamanya
Alamanya Alamanya
Türkten aptal bulamanya
Daha sonra «Kabahat Tercümanda», «Karnavalda Zımba», yan Almanca yan Türkçe «Maystero» gibi parçalan izledi. Metin Tür-köz’ün ironik yanı ağır basan türküleri kısa zamanda tüm Almanya’ya yayıldı. Konserler, kayıtlar birbirini izledi. Türköz beş yıldır çalıştığı Ford fabrikasından ayrılarak kendisini tamamen müziğe verdi. Özellikle rahmetli Örsan Öymen’in girişimleriyle, Türköz, yeni başlayan «Köln Radyosu»nun yayınlarında, «Babylon» adlı televizyon programının önceli yayınlarda çeşitli defalar yer aldı. Daha sonra Yılmaz Asöcal’ın kurduğu «Türküola» plak firmasının iki numaralı sanatçısı haline geldi.
Türküola’nın en gözde sanatçısı tabii ki Asöcal’ın eşi, «Köln’ün Bülbülü» Yüksel Özkasap’tı. Biraz dil öğrenip, biraz para kazanmak için Almanya’ya sözümona altı aylığına gelen Yüksel Özkasap, burada Asöcal’la tanışmış ve böylece bir anlamda Almanya’daki Türk plak sanayinin doğmasına neden olmuş.
Sanat yaşamı boyunca yaklaşık 500 kadar türkü kaydeden Özkasap’m plakları, kasetleri de bir hayli satmış. Ne var ki, Yüksel Özkasap ile Metin Türköz arasında iki önemli fark var. Birincisi, Yüksel Hanım, bir radyo konserinin dışında hiçbir zaman sahneye çıkmamış; İkincisi, Türköz gibi Almanya konularını değil, ağırlıklı olarak köy içerikli, ayrılık, özlem, sevgi içerikli türküleri işlemiş. Biz burada, yine de Yüksel Özkasap’ın, besteci-güfteci yokluğundan gazeteye verilen bir ilan aracılığıyla ortaya çıkan en ünlü türküsünden bir dörtlüğü koymak istiyoruz:
Ne mektubum gelir ne de selamım,
Hasret kaldık bizim elin gülüne.
Gözleri görmüyor gayrı anamın,
Nasıl oldu yolum düştü Köln’e?
Ne var ki bazı araştırmacıları saymazsak, Alman kamuoyu, gerek Özkasap’ın, gerekse Türköz’ün varlığından haberdar olmadı.
Kronolojik olarak aynı döneme denk gelmese de, Türköz’ün türkülerinden farklı bir aşıklık ekolü daha gelişti kısa zamanda. Adını «Almanya acı vatan» ekolü koysak mı acaba? Aşık Haydar Korkmaz, Aşık Kemteri, Aşık Seyfîli, Ali Sultan, Derviş Can ve burada ismini sayamayacağımız sayısız ozan, 60’lı yılların sonlarından 90’lı yıllara kadar Almanya’nın değişik kentlerinde boy gösterdiler. Burada ağır basan «gurbet»teki yaşamın nankörlüğü, Almanların ve Almanya’nın «soğukluğu», yabancı düşmanlığı, vatan hasreti gibi konular. Aşık Muzaffer’den bir örnek verelim:
Yağmur yağar Almanya’da
Dostun yüreği yara
Memleket hasreti bitmez
Of çeker yakar ağara
Gelen pişman Almanya’ya
Bir de kalıp ta gelmeyen
Kahreder kahpe feleğe
Çile çekip te ölmeyen
Ama kuşkusuz «Almanya acı vatan» ekolünün en önemli, en akıllarda kalan türküsü «Almanya acı vatan»ın kendisi olsa gerek. Karadeniz’de derlenen bu parça, belli bir dönem için de olsa, henüz göçmenlik bilincine varmamış insanlarımızın bir nevi milli marşı haline geldi. Her cemiyetin, her derneğin her korosunun repertuvarında mevcuttu. Ruhi Su, Sümeyra Çakır ve Dostlar Korosu’nun 70’lerde parçayı yorumlayışı, «Almanya acı vatan»ın, yavaş yavaş yaygınlaşan sol çevrelerde de popülerleşmesine yol açtı. Sümeyra Çakır bu türküyü kaydederken, daha sonra «acı vatan»da hayata gözlerini yumacağını bilseydi, acaba daha bir yanık mı söylerdi, ne dersiniz? Politik düşüncelerine katılıp katılmayalım, Sümeyra Çakır’ın da içinde yer aldığı Berlin İşçi Korosu gibi sol derneklerinin etkinlikleri, Almanya’da Türk göçmenlerinin müziğinin gelişmesinde, özellikle 70’li yıllardan sonra önemli bir rol oynadığını burada belirtmeliyiz. Berlin Korosu hatta 1975’teki çocuk parası değişikliğini protesto eden bir parçayla da kendinden söz ettirdi: «Oy Kindergeld, Kindergeld».
70’li yıllan asıl belirleyen görünüm, bir yandan ailelerin akın halinde Almanya’ya gelişi, bir yandan da Asöcal’ın Türküola’sı ve Uzelli, Münih’te Minareci gibi şirketlerin Türkiye’den müzik ithalatına yoğun bir biçimde girişmesidir. Ferdi Tayfur’dan, Zeki Müren’e, Bülent Ersoy’ dan yöresel oyun havalarına kadar Türkiye’ de ne varsa, ne çıkmışsa kısa zamanda eksportçuların, manavların-bakalların raflarını doldurmaya başladı. Cebinde Alman dövizi taşıyan «gurbetçi», Unkapanı için önemli bir faktör haline geldi.
Almanya’da yaşayan insanların ürettiği parçaların yerini, «gurbet», «hasret» konularını da işlemeye başlayan Türkiyeli sanatçılar aldı. «Gurbet kervanı» konserleri düzenlenmeye başladı. En sonunda da «video» icadı türeyiverdi. Metin Türköz’ün «mertlik bozuldu» ifadesini işte bu bağlamda anlamak gerek.
Türk göçmenlerin kültür ve sanat sorunlarında zaten o zamana dek pek oralı olmayan Alman kamuoyu da böylece rahatlatılmış oldu. Bu, daha sonra TRT-Int ve çanakla çekilen diğer TV kanallarının pekiştireceği, kültürel gettolaşmanın başlangıcıydı. Medya vergisi ödeyen 2 küsür milyon insan, Alman radyo ve televizyonunda sahip olması gerektiği haklardan böylece kendiliğinden vazgeçiyordu.
8o’li yıllara askeri darbeyle girildi. Almanya’da yaşayan insanlarımızın demografik yapısı değişti. Aydınlara, yazarlara, müzik alanında Cem Karaca, Selda, Melike Demirağ gibi VIP’lere tanık olmaya başladık. Bunlardan çoğu politik sürgün kimliklerine yaraşır etkinliklerde yer alırken, Cem Karaca başka bir yol izledi: Almanca söylemeye başladı.
Gel! Hey Türk! Çek bir Alman birası
Hoş geldin ama, buralı olmanın şartı
Önce «Prost» deyip Allahla vedalaş
Entegrasyona başla yavaş yavaş
gibi parçaların yer aldığı bir müzikalde oynayan Cem Karaca ve arkadaşları böylece girişimci bir rol oynadılar. «Türkler» konusu artık Alman seyirciye sunuluyordu. Cem Karaca ve «Kanaken» grubunun uzunçalarını bir Alman şirketi piyasaya çıkardı.
Aynı dönemde Berlin’de Tahsin Incirci’nin yönettiği İşçi Korosu yeni yeni sanatçıların ortaya çıkmasına önayak oldu. Daha sonra oyunculuğuyla üne ulaşan Özay (Fecht), Tahsin Incirci’nin bestelerinden ve Billy Halliday’in parçalarından oluşan repertuvarıyla caz çevrelerinde kendisinden söz ettirdi. Yine aynı koroda yer alan Sema (Moritz)’in yıldızı daha sonra parladı. Giora Feidman, Tuncel Kurtiz gibi şahıslarla da çalışmalar gerçekleştiren Sema ve grubu Taksim, bugün Türk klasik müziğinden parçalan caz öğeleriyle yorumlamaktadır. Yine Berlin’de yaşayan Adil Arslan ise, İstanbul Konservatuarı’nda öğretim üyeliği yapmış olan Carlo Domeniconi ile birlikte, 80’li yıllarda Alevi semah ve deyişlerini klasik batı müziği tarzında yorumlayarak, Arif Sağ vb.’nin daha sonra yapacağı bu türdeki denemelerine önayak olmuştur. Bu vesileyle Batı Almanya’da yaşayan ve Türkiye’de de varlığını hissettiren, elektrikli saz ile Alevi deyişler, mizahi türküler vb. yorumlayan «Derdiyoklar» İkilisini unutmamalıyız. Kuzey’de Hamburg’da yaşayan Fuat Saka’nin Liedermacher tarzındaki çalışmaları, Bremen’de Can Tufan’m pop ve klasik alanlardaki denemeleri de Almanya Türklerinin müzik tarihçesinde etkin birer rol oynamıştır.
Şimdiye kadar, Türklerin müziğinden söz ettik. Bu yazının konusu dışında da kalsa, birkaç cümleyle göç olgusunun Kürt azınlığın müziğini nasıl etkilediğini burada ele almakta fayda var. Avrupa’da aslında dil yasağı diye bir şeyin olmadığını Kürt kökenli insanlarımız 70’li yılların sonuna doğru keşfettiler. Bu dönemden itibaren İsveç’te yaşayan ama Almanya’da sık sık bulunan Şiwan Perwer Kürtlerin «star»ı haline geldi. Berlin’de eski radyo sanatçısı Nizamettin Arıç - nam-ı diğer Feqiyê Teyran - Kürt ezgilerini kendine özgü yorumlayışıyla öne çıktı. 80’li-90’lı yıllarda sayısız Kürt ozanı özellikle Köln’de kaydettikleri kasetlerini Türkiye’ de el altından dağıtmaya başladılar, müzikte dil yasağını fiilen geçersiz kıldılar.
80’ li yılların ikinci yarısında Köln Alman Türklerinin müzik merkezi haline geldi. Hala varlığını sürdüren kaset şirketlerinin yanısıra, geleneksel tarzda saz virtüözü Orhan Temur, rock tarzında Cem Karaca’nın grubundan geri kalan Fehiman Uğurdemir, Sefa Pekelli gibi müzisyenler, klasik müzik alanında besteci ve orkestra şefi Betin Güneş gündem konusu olmaya başladı. Bu arada benim de içinde yer aldığım, Alman- Türk karışık «Yarınistan» grubu kuruldu. Cem Karaca’nın araladığı genel piyasa kapısını, yılda 80-90 konser vererek, yaklaşık 25 televizyon programında yer alarak, çıkardığımız plaklardan birinin 20 bin satış yapmasıyla bazı yerel pop listelerine girerek biz de bir hayli zorladık. Ama Udo Lindenberg, Herbert Grönemeyer gibileri konu olarak Türkleri parçalarında işleseler de, Alman piyasası bugün de olduğu gibi o dönemde de Türk müziğine, Türk starlara hazır değildi. Bunun yerine Türklerde ve diğer göçmen gruplarında gelişen kültürel potansiyeli eritecek yeni bir pota keşfedildi: Ausländerfest.
Her kentte belediyeler ya da «yabancı dostu» girişimler şenlikler düzenlemeye başladı, iyi niyetli de olsa bu şenlikler sanatçıların karabasanı haline geldi. Kebap satılan salonlarda yazarların okuma yapması, aşağıda çoluk-çocuk oyun oynarken, yukarıda, sahnede müzik yapılması istendi. Bu koşulları biz de yaşadık, yaşadıklarımızı son çalışmalarımızdan birinde Almanca dile getirirken, bazı insanlardan bir hayli tepki aldık:
Ve şimdi tüm yabancıları çağırıp bize
Deriz ki onlara açıkça: Arkadaş olmak isteriz
Oynamak, gülmek, dans etmek
Sizinle birlikte
Kendimizden geçmek isteriz o kocaman birliktelikte
Amigos, freunde, arkadaşım, zenci
Vakit geçmiş değil henüz
Yaşasın
Yaşasın dayanışma
(…)
Bir saattir ellerini patlatmakta
Hein-Gerd konga’da
Ve eşliğinde Anadolu folkloru
Oynamakta Hannelore
Gerilerdeyse domuz işkembesini
Karnına indirmekle meşgul Anatol
Hey Joe, siyahların şerefine içeriz
Ve de Yahudilerin
Birkaçı almış işkembe çorbasını
Kan ter içinde kalmış yemeğe çalışmaktan
(…)
Haydi güle güle de giderken
Arivederci ya da Auf Wiedersehn
Harikaydı geçirdiğimiz gün sizinle
Hoşça kalın arkadaşlar, bacılar, kardeşler
Görüşeceğiz yeniden
Bir ev daha yandığında!
8o’li yıllardan itibaren ABD’ ndeki Afrika kökenlilerin müziği özellikle Almanya’da doğup büyüyen gençlerimizi büyüledi. Zenciler ilkin breakdance, sonra rap, en son olarak hiphop tarzlarıyla bir yandan çağdaş ve metropol bir ‘sound’ yakalıyor, bir yandan da yaşadıkları sosyo-ekonomik güçlükleri, ırkçılığı dile getiriyorlardı. Yani genç Türk kuşağı aradığı kendini ifade etme platformunu New York sokaklarında buluyordu.
Almanya’nın birleşmesinin hemen ardından yoğunlaşan yabancı düşmanı ve ırkçı saldırılara Türk gençleri rap ve hiphop ile yanıt veriyorlardı. Ratingen’de beton gettolarda yaşayan Türk ve başka yabancılardan oluşan «Fresh Familee» grubu tam da Solingen faciası döneminde kendinden söz ettirirken, onu izleyen dönemde Berlin’den Erci E., Nürnberg’den Karakan, Kiel’den Crime Posse, bir «Cartel» oluşturarak piyasaya çıkıyor ve özellikle Türkiye’de üne kavuşuyorlardı. Geçtiğimiz son iki yılda Almanya’nın her köşesinde rap grupları mantar gibi türemeye başladı. Bremen’de «Cribb 199», Köln’ de «TCA Microphone Mafia» ve «Shakkah», Berlin’de «$slamic Force» ve son olarak kadın rapçi Aziza A., benim bildiklerimden bazıları.
Kimi rap gruplann imaj olarak kullandıkları, parçalarında dillerinden düşürmedikleri «Türklük» kavramını az karışıklıklara yol açmadı değil. Burada yetişen kuşağın «Türkçülüğü» bir protesto işareti, yabancı düşmanlığı ve ayrımcılığa karşı tutunacak bir dal durumundayken MHP’liler bu simgeleri farklı anlayarak, zavallı Cartel’ci gençlerin özenle hazırlandıkları Türkiye konserlerine gölge düşürdüler.
«Cartel dağıldı» deniyor. Bu söze en çok kızan Cartel üyeleri. Erci’nin ifadesiyle, bu grup, bir gruplar ittifakı, bir «Cartel»di, yani başından beri geçiciydi, yaten «dağılacak»tı. Cartel’ci gençler çalışkan. Cümle alem hala grubun dağılmasıyla uğraşırken, geçtiğimiz yaz Erci E. de, Karakan da yeni birer CD çıkarmış. Ne var ki, iki plak da Türkiye’de yayınlanmış. Laf aramızda, Erci’ninki bayağı iyi satıyormuş Türkiye’de. Oysa Erci buraların çocuğu. Almanya’da ancak eksportçularda satılıyor «Sohbet» adlı albümü. Yani Cartel deneyimi de Alman piyasasını delememiş anlaşılan. Halbuki bunca yıldan, bunca parça üretildikten, bunca plak çıkarıldıktan sonra artık bizim de bir Haled’imiz olmasını istiyor insan.